İçeriğe geç

Türkiye’de kaç eser var ?

Türkiye’de “Kaç Eser Var?” Sorusunun Toplumsal Yüzü

Seninle aynı şehirde yaşayan biri olarak — sokakta, otobüste, STK ofisinde — hep görüyorum ki “Türkiye’de kaç eser var?” demek sadece bir rakam meselesi değil. Bu soru; kimlerin, hangi tarihî/kültürel birikimlerin görünür olduğu; hangi grupların, coğrafyaların, zeminlerin unutulduğu ya da görünmez kılındığıyla ilgili. İşte bu yazıda, bu soruyu toplumsal cinsiyet, çeşitlilik ve sosyal adalet açısından irdelemek istiyorum.

Neden “Türkiye’de kaç eser var?” demek önemli

Resmî kayıtlara göre, Kültür ve Turizm Bakanlığı verilerinde müzelerde sergilenen eser sayısı 2020’li yıllarda 3 milyonun üstünde gösteriliyor. ([Mistikalem][1]) Bu sayı kulağa etkileyici geliyor — ama “eser” tanımı ne kadar kapsayıcı, o tartışılır. Bu rakam; sadece müzelerde kayıtlı, kataloglanmış parçaları içeriyor. Oysa Türkiye’nin dört bir yanında sokakta, evlerde, kırsalda kayıt dışı eserler, kültürel izler, hatıralar olabilir.

Diğer yandan, uluslararası ölçekte somut ve doğal miras kategorisinde yer alan UNESCO dünya mirası listesine kayıtlı yapı ve alan sayısı da bir sınır koyuyor: Türkiye’de listelenmiş 21–22 dünya mirası alanı mevcut. ([icomos.org.tr][2]) Ama UNESCO listesi de her şeyi kapsamıyor; birçok değer sadece yerel halkın belleğinde, köylerde, gündelik yaşamda varlığını sürdürüyor — müzelerde değil.

Yani “Türkiye’de kaç eser var?” sorusuna verilen tekil bir sayı yok — ve bu aslında toplumsal ve kültürel eşitsizliklerle, görünmezliklerle ilgili.

Kimlerin “eserleri” sayılıyor, kimlerin görünmez kalıyor?

Mekânsal eşitsizlik ve kırsal görünmezlik

İstanbul ya da Ankara gibi büyük şehirlerde doğmuş biri olarak, genelde müzelerde, sergilerde, restore edilmiş ören yerlerinde karşılaşılan “eser” kavramı bize sunuluyor. Oysa kırsal bölgelerde ya da az imkânlı semtlerde, taş evler, eski yazılı defterler, el işçiliğiyle yapılmış objeler — belki “eser” sayılmıyor. Bu durum, büyük şehirlere yakınlığı, turizm ve kaynak akışı ile doğrudan bağlı. Dolayısıyla coğrafi eşitsizlik, hangi eserlerin kayda geçtiğini, hangilerinin unutulduğunu belirliyor.

Ben bir sivil toplum çalışanı olarak — özellikle dezavantajlı bölgelerde yaşayanlarla karşılaştığımda — görüyorum ki bu insanlar kendi tarihlerine, günlük yaşantılarına ait belleği “kamusal eser” statüsünde görmüyor. Evin tavanındaki o eski kilim, büyükannenin el yazması defteri, mahalle çeşmesinin eski taş süzgeci… Bunlar belki resmi “eser” sayılmıyor; ama kimliğin, belleğin parçası. Bu da demek ki “Türkiye’de kaç eser var?” dediğimizde birçoğu görünmez kalıyor.

Toplumsal cinsiyet ve kültürel görünürlük

Kadınların emeği, toplumsal cinsiyet açısından da görünmez kılınıyor. Mesela bir kadın, köyde dokuduğu kilimleri satmak için şehre gidiyor — o kilim “sanat eseri” kategorisine girmeyebilir; ancak o kilim, tarih, estetik ve toplumsal hafıza taşır. Bu eserlerin kayıt altına alınması çok nadir.

Yine bir başka örnek: bir göçmen kadının mutfakta yaptığı geleneksel tarifler, el yazısıyla sakladığı notlar ya da mahalleli kadınların birlikte gerçekleştirdiği kadın panayırları — bunlar, somut olmayan kültürel miras olabilir ama resmi literatürde çoğu zaman es geçilir. Böylece toplumsal cinsiyet ekseninde çoğu “eser”, kayıt dışında bırakılıyor.

Bu yüzden, “eser” kavramı dar tutulduğunda; erkek-dominant tarih, devlet-kurum temelli kültür anlayışı ve sınıf ile mekânın nüfuzu devreye giriyor. Kimlerin belleği, geçmişi önemli görülüyor; kimlerin ise görünmez oluyor — işte bu, sosyal adalet açısından büyük bir sorun.

Sosyal Adalet Perspektifiyle: Kim hak ediyor unutulmamayı?

Toplumsal adalet derken sadece bugünün adaletinden bahsetmiyorum. Aynı zamanda geçmişin hak ettiği saygı ve görünürlükten.

Eğer sadece müzelerde, resmi kayıtlarda olan eserleri sayarsak — yani sadece kaynak ayırabildiğimiz, restore edebildiğimiz bölgelerdeki eserleri — biz gerçekten Türkiye’nin tarihini ve kültürel çeşitliliğini temsil etmiş olur muyuz?

Benim gözlemim: Hayır. Çünkü dar tanımlı miras anlayışı, kültürel çeşitliliği bastırıyor. Kürt köylerinden, Laz mahallerinden, Rum köylerinden, göçle gelen ailelerin getirdiği değerlerden — eğer resmi belge, müze, turist sistemi değilse — çok az şey kalıyor. Kültürel haklar, belleği korumak, görünürlüğü sağlamak bir sosyal adalet meselesi.

Örneğin geçenlerde bir mahalle etkinliğinde yaşlı bir teyze yanıma geldi; dedesi köyden gelince beraberinde getirdikleri, toprak testi, eski duvak, metal aşure kazanı gibi objeleri “bunlar bizim tarihimiz” diye anlattı. Ama hangi müzenin envanterinde bu objeler var? Hangi listede? Hiçbiri. Ama o teyzenin belleğinde; mahallesinin, ailesinin belleğinde — bu da bir “eser”.

“Türkiye’de Kaç Eser Var?” Sorusunu Yeniden Düşünmek

Belki gerçek soru şu olmalı: “Türkiye’de kaç eser — ve kaç unutulmuş hikâye var?” Çünkü bu topraklarda, belleğin kıymeti bazen resmi envanterle değil; sokakla, evle, mahalleyle, insanla var oluyor.

Bu yüzden

Eser kavramının yalnızca müze/antik yerlerle sınırlandırılmaması,

Kırsal, dezavantajlı, göçmen, kadın gibi temsili az olan grupların belleğini görünür kılacak politikaların geliştirilmesi,

Kültürel çeşitliliğin bir zenginlik olarak korunması,

bir toplumsal sorumluluktur.

Böylelikle belki, resmi kayıtlarda yer almayan ama hayatlarımızı şekillendiren, kimliklerimizi tanımlayan “eserler” de sayılmış olur. Ve o zaman “Türkiye’de kaç eser var?” sorusu, sadece bir istatistik değil; adalet, eşitlik ve hakkaniyet sorusuna dönüşür.

[1]: “Türkiye’de kaç müze, müzelerde kaç eser var? – Mistikalem”

[2]: “Icomos Türkiye”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

mecidiyeköy escort megapari-tr.com
Sitemap
bets10